Çok değil, sadece 40-50 sene zarfında değişen teknoloji, insanoğluna birçok yoğunluk getirmiştir. Teknolojik imkânlar geliştikçe küçüldüğümüzü fark ettik; aşklarımız, yaşantılarımız, eğlencelerimiz hepsi beraber küçülmeye başladı. Bununla beraber sanal dünya gibi bir süreçle karşı karşıya kaldık ve sanal dünyalarımızı büyüttük. Eskiden insanlar daha mutluydu, çünkü günü dolu dolu yaşarlardı. Sonradan iki kavramla karşılaştık: "Dün" ve "Yarın". İnsanlar "Dün"ün keşkeleriyle "Yarın"a kuşkuyla bakmaya başladılar ve arada fark etmeden "Bugün"ü unuttular. Unuttular ki "Dün" de aslında bir zamanlar "Bugün"dü; "Yarın" da "Bugün" olacaktı. Bu yüzdendir ki "Bugün"ü dolu dolu yaşamak gerekir.
Anı yaşamak, gezmek, görmek ve keşfetmekten geçiyor. Sanal dünyadan bir şekilde çıkıp gerçeklerle iç içe bir hayata tanıklık etmek, ruh sağlığımız açısından da gereklidir. Nice insanlar gördüm; geziye katılmadan önce bunalım sürecini yaşamış, katıldıkları bir gezi esnasında toparlandıklarına şahit oldum. Çünkü; gezi esnasında yerinde yaşayarak, başka kültürlerle ve insanlarla etkileşime geçerek, iç dünyasından sıyrılıp başka hayatların da var olduğunu ve dünyanın aslında ne kadar büyük olduğunu fark etmişlerdi. Hayatın sadece bir telefona ya da internete sıkışmadığını görmüşlerdi. Ayder Yaylası’ndaki Tenzile Teyze’nin doğa şartlarıyla nasıl mücadele ettiğine tanıklık etmiş, Mucit Dayı’nın kendi elektriğini nasıl ürettiğini görmüş, doğadaki atmacanın hikâyesini yerinde öğrenmiş olabilirler. Ve daha nice kazanımlar sağlamışlardır.
Şöyle bir kafamızı kaldırarak etrafımıza bakalım. Eminim çoğumuzun göreceği manzara, sokakta yürüyenlerin, halk otobüsünde yolculuk yapanların ya da bir masa etrafında toplananların başlarını ellerindeki telefona doğru eğmiş hâlleri olacaktır. Tabii, istisnalar muhakkak vardır.